April 2024
SunMonTueWedThuFriSat
31123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
2829301234
567891011
 

Kırıntı Sevgi

Yaşadıkları o son kavga öyle şiddetliydi ki ruhu sarsıntılara daha fazla dayanamamıştı. Sevdiği adamın ağzından çıkan her söz zehre bulanmış hançer gibi saplanıyordu Özlem'in kırılgan yüreğine. Mert bilerek, isteyerek canını yakan sözlerle saldırıyor, çok iyi bildiği, tanıdığı korunaksız zayıf noktalarından vuruyordu. Ruhu her cümlede biraz daha derinleşen ölümcül yaralarla kanıyordu. Mert'in tüm bunları yaparken nasıl büyük bir haz aldığını görmek onu daha çok yıkıyor, gözlerinde yabancısı olduğu alazlanan kızıl alevlerden ürküyordu. Düşünüyordu; 'Bir insan bu kadar acımasız olabilir mi? Mert hep böyleydi de ben mi onu tanıyamamıştım? Yok, olamaz! Mert bu kadar değişemez...'' diyordu içinden. Tanıdığı adam gitmiş yerine bambaşka biri gelmişti sanki. Her tartışma yeni kördüğümler atıyordu ilişkilerine. Özlem, anlaşmanın imkânsızlığını bir türlü kabul edemese de tükenişlerini görüyordu. Kendi elleriyle ayrılığı çağırmışlardı o gece.

'Yeter,' dedi Özlem. 'Yeter, seni sevmenin bedeli bu olmamalı! Artık dayanamıyorum hakaretlerine!'

'Bitti!' dedi Mert. 'Bir daha anca rüyanda görürsün beni!'

'Bitsin!' dedi Özlem.

Mert, ardına bakmadan kapıyı vurup çıkarken Özlem'in iç sesi haykırıyordu arkasından. 'Sen zaten benim gördüğüm ve kendi kurguladığım rüyanın bir kahramanıymışsın sadece! Ne yazık ki hiçbir zaman gerçek olmamışsın!'

Sonra ölüm sessizliği geldi oturdu Mert'ten boşalan odaya. Etrafına baktı, her şey ne kadar anlamsız görünüyordu gözüne. Odadaki tüm eşyalar, bu ev, bu şehir, içinde yaşadığı dünya, hatta kendisi; nefes alması, nefes vermesi ne çok anlamsızdı. Hiç bu kadar anlamsızlaşmamıştı kendine.

Ellerine baktı. Sanki kendine ait değildi elleri. İki öksüz çocuk gibi yanlarına düştü kolları. 'Nasıl dayanacağım ben bu acıya?' dedi. 'Geçer mi?' İçi boşaltılmış bir kadavradan farksızdı bedeni. Mert giderken sanki ruhunu da kanırtırcasına söküp çıkarmıştı bedeninden. Bir cenin gibi kıvrılıp yattığı yatağın içinde ölümün kıyılarında dolaşıyordu şimdi. Hiç bu denli yaklaşmamıştı hep ürktüğü o kıyılara. Ölüm hiç bu kadar gelip çöreklenmemişti düşüncelerine. Belki de ölmeliydi. Anlamlandıramadığı bu hayatın bitiş çizgisini yine kendi düzleminde kendisi belirlemeliydi. Zaten Mert'e, 'Son durağım sensin, senden ötesi ölüm...' demez miydi? İşte Mert'ten ötesi ölümdü. Onsuz nefes almakta zorlanıyordu. Mert yoktu artık. Olmayacaktı hayatında. Giderken öyle sözler söylemişti ki Özlem istese de yüreğinde eski yerine koyamayacaktı onu.

Mert bu dünyaya ait değildi. Yüreğinde böylesi bitimsiz bir sevgi taşıyan erkek bu dünyaya ait olamazdı. Böyle düşünmüştü Özlem. Ve sonsuz bir güvenle birlikte yüreği o fark etmeden sevgi yeşertmişti en derinlerinde. Ne ara orman olmuştu yüreğindeki sevgi filizleri? Mert'in onu sevme biçimini sevmişti belki de. Ya şimdi kendi elleriyle yeşerttiği ormanı ateşe vermemiş miydi Mert? Bundan sonra nasıl sevebilirdi bir erkeği? En önemlisi nasıl güvenebilirdi? 'Hiçbir erkeğe bu denli bağlanmayacaksın!' diyordu. 'En önemlisi güvenmeyeceksin! Güvenip de tüm zayıf noktalarını ona göstermeyeceksin!' Tüm kaleleri düşmüştü işte. Oysa ilk başlarda bu denli sevmemişti ki Mert'i. Hatta bahaneler üreterek uzaklaşmaya çalışmıştı hep. Her defasında Özlem'in yaptığı tüm hırçınlıklara sabırla göğüs germesi, ona dünyada eşi görülmemiş bir sevgi beslediğine inandırması, neyin savaşı olabilirdi ki? Sevgi kazanma savaşı olmuş olsaydı, kazandığını anladığı anda neden bu sevgi acımasızca yok edilsindi. Demek sevgi değildi bunun adı. Elde etme savaşıydı besbelli!

Sanrılı gecelerinde bazen mutlu günlerden bir kare düşüyordu belleğine. 'Hazinem,' diyordu Mert tüm sevecenliğiyle. ' Hazinem!' Gözlerinden yeşil bir nehir akıyordu Özlem'in yüreğine. Sonra yine öfke alevleri sarmış gözlerle saldırıyordu Mert'in hayali. Sonsuz bir cehennemde yanıyordu Özlem. 'Nasıl kendi ellerinle yağmaladın hazineni?' Her sorduğunda duvarlarda parçalanıp buz gibi geri dönüyordu sorusu kendine.

Günlerce kustu. Mert'in son gece söylediği her cümle, tahrip gücü yüksek bir bomba gibi beyninde yankılanıp durdu. Mert'in ithamları ve hakaretleri yaşadıkları o büyük aşkın ve tüm güzel anıların üstüne karabasan gibi çöküyor, güzel günlerle Özlem'in arasına zifiri perdelerini indiriyordu. Cam kırıkları üstünde yürümek böyle bir şey miydi acaba? Canı yanıyordu. Hem de çok canı yanıyordu. Acaba bir gün affedebilir miydi Mert'i? Yüreğine affetmeyi öğretebilir miydi? İçinde ikiye bölünmüştü Mert. Biri engin sevgisiyle sarıp sarmalayan adam, diğeri aynı oranda neşter kadar keskin dilli bir canavar. Nasıl birleştirebilirdi bundan sonra? İki duygunun arasında kalmıştı. Bu karşıt duyguların günlerce süren kuvvetli çarpışmasından bitap düşmüştü. Bir yanı özlemle, sevgiyle Mert'i çağırıyor bir yanı böyle davrandığı için defalarca aforoz ediyor, çarmıhlara geriyordu özlem ve sevgi duyan diğer yanını. Her şey nasıl da bir muamma olup çıkmıştı hayatında!

Günlerce bir hayaletten farksız dolandı durdu evde. Aldığı sakinleştirici ilaçlarla bedeniyle birlikte ruhunu da uyuşturmuştu. İşe gitmedi, telefonlara çıkmadı, kimselere kapısını açmadı. Ta ki o sabaha kadar.

Karabasan bir gecenin daha sonunda uyanmıştı. Sanki Mert içinde biraz daha azalıyordu. Pencerenin perdesini ilk defa aralayıp dışarı baktı. Sonbahar güneşi korkarak vuruyordu camlara, çekingen ışıklarıyla onu dışarı çağırıyordu. 'Biraz yürüsem belki iyi gelir,' diye düşündü. 'Belki içindeki acı fırtınası tavsardı.'

O gecenin ardından ilk defa dışarı çıkmıştı. Sokağa adımını atar atmaz sol yanını hissetmediğini fark etmişti. Yarım mı kalmıştı, yoksa ona mı öyle geliyordu? Bir tarafı boşluğa mı ağıyordu ne?

Günlerdir yağan yağmur muydu, yoksa hiç dinmeyen gözyaşlarıyla o mu yağıp durmuştu şehrin üzerine? O sabah, yağmurlu günlerin aksine pırıl pırıl bir hava ruhunu teselliye soyunmuş olabilir miydi? Mavinin en güzel tonunu giyinmişti gökyüzü. Sonbahar sarıdan kehribara tüm tonlardaki renkleriyle hükmünü sürdürüyordu ağaç yapraklarında. Kaç gün olmuştu Mert gideli? Takvime hiç bakmamıştı ki. Zaman kavramını tümden yitirmişti o geceden sonra. Acaba bir kez olsun söylediklerinden pişmanlık duymuş muydu? Ara sıra özlüyor muydu o da?

Ayakları onu yavaş yavaş sokağın sonundaki parka doğru taşıyordu. O parka yaklaştıkça giderek yükselerek çoğalan büyülü bir senfoni gibi cıvıltılı çocuk sesleri yankılanıyordu kulaklarında. Parka ulaştığında bir ağaç altında gördüğü ilk banka oturdu. Birkaç adım önünde küçük bir kız çocuğu elindeki oyuncak kürek ve kalıplarla kumdan kale yapmaya çalışıyordu. Az ilerisinde babası olduğunu tahmin ettiği bir adam banka oturmuş gazetesini okuyor, arada başını gazetesinden kaldırıp küçük kıza doğru bakıyordu.

Çocukluğunda annesiyle birlikte el ele tutuşup yine böyle bir parka geldikleri günleri hatırladı. Bu park ziyaretlerinde babası hiçbir zaman onlara katılmamıştı. Oysa Özlem ne çok isterdi babasının salıncakta onu bulutlara doğru uçurmasını. Ailenin tek erkek evladıydı babası. Dedesi, babaannesi ve üç halasıyla birlikte aynı evde oturdukları günleri düşündü. Babası nedense bir kez olsun Özlem'i kucağına alıp sevmezdi. Hiç saçını okşamamıştı. Annesine sorduğunda, 'Baban, dedenlerden utanıyor kızım,' demişti bir keresinde. Büyüklerin yanında babaların çocuklarını sevmesi ayıpmış. Öyle söylüyordu annesi. Ama kaç defa diğer babaların çocuklarıyla diyaloğunu görmüştü. Çocuklarına sarılıp nasıl da doyasıya öpüp kokluyorlardı. İçi eriyordu onları öyle gördüğünde.

'O babalar bizim oralardan değiller,' diyordu annesi. 'Bilmezler bizim adetleri.'

'Bizim oralar neresi anne?' diyordu Özlem. Bir adım kadar uzaklıktaki babasının yanında baba kucağını özlüyordu. O kendisine mühürlü kucak hiç açılmadı. Bazen babasının gözlerinde sevgi kırıntısı ararken yakalıyordu kendini. Bir iz, bir küçük belirti, cılız da olsa bir sevgi ışıması; birazcık sevgi kırıntısı görse cesaretlenecek, koşup sarılacaktı babasına. Oysa babası gözlerini tüm duygulardan boşaltmıştı. Fazla donuk, fazla boş bakıyordu Özlem'e. Annesi bir gün kendi evleri olacağını söylüyordu. İşte o zaman babası utanmadan sevecekti adını Özlem koyduğu kızını. Doyasıya öpüp koklayacaktı. 'Annem kandırıyor beni!' diyordu. 'Kız olduğum için babamı utandırıyorum işte. Keşke doğmasaydım!'

Yine de annesinin dediği o günü bekledi. Ama o gün hiç gelmemişti. Bir gün eve gelen bir telefonla ev feryat figan ağıtlarla yıkıldı adeta. Babaannesi, halaları hep bir ağızdan acılarını kulakları sağır eden bir zılgıta yüklemişlerdi. Annesinin elinde tuttuğu çay tepsisini görünmez bir el çekip almış, büyük bir gürültüyle yere çalmıştı. Sıcak çay dolu bardaklardan birkaçı annesinin ayaklarına, diğerleri halının üzerine saçılmıştı. Annesi kaynar çayın ayaklarını yaktığından habersiz kireç gibi bir yüzle, iki eliyle başına vura vura, 'Gitti evimin direği,' demişti. 'Ocağım söndü!' Babası çalıştığı inşaatın yedinci katından düşmüş ve oracıkta ölmüştü...

Birden iliklerine kadar ürperdiğini duyumsadı. Bir rüzgâr esti uzaklardan. Altında oturduğu ağaçtan birkaç kuru yaprak döküldü üstüne. Sanki babasının nefesi yalayıp geçmişti yüzünü. Babasından sonra halaları annesiyle Özlem'i hep horlamışlardı. Üşüdüğünden mi yoksa geçmişin, yaşadığı ana dondurucu yansımasından mı bilinmez ama titriyordu.

'Ah,' dedi gayriihtiyari. 'Ah... Ben yarım kalmış bir masalın, yarım bırakılan çocuğuyum. Yıllardır itilmişliğin verdiği bir duyguyla nasıl da sevgi arsızı olup çıkmış yüreğim!'

Birden daha önce aklına hiç gelmeyen bir şeyi fark etmişti. Sesli düşünüyordu. Yanından biri geçse kesin deli olduğunu düşünecekti. 'İnsanlar beni sevsinler istemişim, çok sevsinler! Oysa ben kendimi hiç sevmemişim ki,' diyordu. 'Benim asıl kendimi sevmeye ihtiyacım varmış başkalarından önce!'

Mert, bir gülle gibi bir kere daha gelip oturdu yüreğinin üstüne. İşte yine yüreği sıkışmıştı. 'Eğer ben kendimi sevseydim Mert'in beni aylardır bu denli hırpalamasına izin vermezdim! Demek ben babamın gözlerinde bulamadığım sevgi kırıntılarını başka insan gözlerinden toplayıp kaleler yapmaya çalışmışım bunca zaman. Kumdan kaleler gibi. Her defasında biri gelip yıksa da kalelerimi, tekrar tekrar denemişim...'

Çevresi güzel olduğunu söylerdi hep. Fazla güzel. Oysa o hiç aynaya bakıp şefkatli bakışlarıyla kendi yüzünü okşamayı denememişti. ' Evet, ben kendimi hiç sevmemişim, önce kendimi sevmeyi öğrenmeliyim!' diye tekrarladı. 'Kimsenin sadaka sevgi kırıntılarına ihtiyacım yok, hem de hiç kimsenin!'

Yüzüne hüzünlü bir bulut yürüdü. Buruk bir tebessümle biraz önce kumdan kale yapan kıza bakıyordu. Sarı bukleli saçları, yosun rengi gözleriyle masal perilerini andırıyordu. Her hâlinden sıkıldığı belli olan küçük kız, yaptığı kumdan kalesini aynı yaşlardaki bir oğlan çocuğunun ayak izlerine teslim etmişti.

Yıkılmış kalesine bakarak ağlamaklı sesiyle, 'Baba,' diye seslendi. 'Baba şu çocuk kalemi yıktı!'

Babası gazetesinden başını kaldırmadan, 'Tekrar yapmayı dene!' dedi. Sonra yine okumaya daldı.

Küçük kız babasına doğru bir adım attı, sonra vazgeçti. O yosun yeşili gözleriyle etrafına hâlâ ağlamaklı bakıyor, sığınacak şefkatli bir göz arıyordu. Sonra minik yanaklarından yosunsu iki damla yaş süzüldü. O anda Özlem'le göz göze geldiler. Küçük kız Özlem'in yabancısı olmadığı duyguyla sevgi kırıntısı topluyordu yabancı gözlerden. Üşümesi bir kat daha arttı Özlem'in. Titreten bu bakışa daha fazla dayanamadı ve birden yerinden kalktı. Kendisinin de anlayamadığı bir güçle adımlarını sıklaştırıp bir solukta yabancının yanında buldu kendini.

'Merhaba!' dedi, gazetesine gömülmüş hiç tanımadığı adama.

Genç adam bir yabancının ona seslendiğini duyunca elindeki gazeteyi indirip gözlüklerinin üstünden Özlem'in hüzün barınağı yüzüne baktı. Merakla karışık bir şaşkınlıkla, 'Merhaba!' dedi.

Özlem başıyla işaret ederek, 'Şu ağlayan küçük kız sizin kızınız mı?' diye sordu.

'Evet, ben babasıyım!' dedi adam.

Bir şey daha diyesi oldu ama Özlem izin vermedi konuşmasına. Adamın şaşkın bakışları arasında yüksek ses tonuyla, 'Kızınızı çok sevin!' dedi. 'Ama çok sevin!' Sonra arkasını döndü ve hızlı adımlarla yürüdü.

Baba ve kızdan uzaklaşırken kendi kendine mırıldanıyordu. 'Kızınızı çok sevin, çok! Yoksa yarım kalır! Yarım... Benim gibi...'

 
Hayata Dokun Derneği Kütüphanesi

Eğitimin sosyal hayatın desteklenmesi gereken yegane unsur olduğunu öngören Derneğimiz, 2012 yılından bu yana; Van, Muş, Tekirdağ, Diyarbakır, Trabzon ve İzmir illerindeki köy okullarına kütüphaneler açmaktadır. Her yıl ortalama 5 kütüphane açan derneğimizin...
DEVAMI...


Jehan Barbur Şarkılarıyla Hayata Dokunuyor Konseri

Sanatçı Jehan Barbur’un Hayata Dokun Derneği yararına verdiği konser İstanbul Bilgi Üniversitesi Mezunlar Derneği desteğiyle 26 Nisan 2013’te Bilgi Üniversitesi Kuştepe Ka...
DEVAMI...


Hayata Dokun’an Üniversiteler

2010’dan bu yana her yıl İstanbul Merkezli tüm devlet ve belli başlı özel üniversitelerde yapılan üniversite öğrencilerine yönelik gerçekleştirilen konferans...
DEVAMI...


Tüm projeler için tıklayınız