Dört katlı kitabevinin üçüncü katında avare avare dolaşıyordum bu gün. Öylesine ve her türden kitaba göz atarak. Kiminin -dikkat çekmesi için ön kapağı görülecek vaziyette yerleştirilmiş olanların- yalnızca uzaktan kapaklarına bakıp başka şeyler düşünüyordum.
Bir ara gözümün önünde kandamlaları, içimde mide bulantısı hissederek düşüncelerimden sıyrıldım. Gözüm hâlâ kitap kapaklarındaydı. Kandamlası vardı birinin ön yüzünde.
Diğerine baktım, sonra bir diğerine, öylece birkaç raf sırasına hızla göz attım. Kitapların birçoğunun ön kapağında kandamlası vardı. Sanki kitaplara göz atan birinin eli durmaksızın kanamış ve bütün kitaplara kan bulaşmıştı. Belki de biri bunu bilerek yapmıştı. Kendinden bir iz bırakmak istemişti. Tek başına durduğum rafların önünde sanki bir cinayete tanıklık etmiştim. Kim bilir belki de cinayeti benim işlediğim zannedilecekti. Bu durumda kendimi nasıl savunmam gerektiğini kurmaya başladım. Her yerde kamera olduğunu düşününce rahatladım. Hatta kafamı kaldırıp tam bu noktayı gören kamera olup olmadığını kontrol ettim. Artık iyice emindim. Kimse benden şüphelenmeyecekti.
Zihnimin bana oynadığı oyun-paranoyalardan sıyrılıp raflardaki kitaplara uzaktan bakmaya devam ettim. Bazılarının arka kapak yazılarını okumak istiyor ancak kitaplardan elime kan bulaşacak diye korkuyordum. Bazılarının üzerinde kandamlasına eşlik eden parçalanmış suratlar, kesici aletler, kanlı dişler, yerinden çıkmış gözler vardı. Bir de insan mı hayvan mı olduğu anlaşılamayan yaratıklar vardı ki dehşet içinde kalmama neden olmuşlardı. Hipnotize edilmiş gibiydim. Oradan hemen uzaklaşmam gerektiğini biliyordum ama bir güç beni o kapaklara bakmaya devam ettiriyordu. Bilinçaltımın, bilinçüstümün, benliğimin -bilimsel açıklaması her ne ise- bir şeylere maruz kaldığı açıktı. Beyin yıkama, bilinçaltı mesaj aktarma, hipnoz… Herhangi biri olabilirdi bu ya da hepsi birden kuşatmıştı beni. Doğru olan oradan derhal uzaklaşmaktı. Tüm bunları düşünüyor ama hareket edemiyor, gözlerimi kitap kapaklarında gezdirmekten kendimi alamıyordum. Sanki ayaklarımın üzerinde tonlarca ağırlık vardı ve ağırlıklar kımıldamama engel oluyordu.
Orda olmayan koca bir aynada kendimi gördüm. Bir elimde bıçak, bir elimde balta öylece duruyordum. Dişlerimin arasındaki et parçalarından damlayan kan yerlere sıçramıştı. Mide bulantım artmış, gözlerim kararmaya başlamıştı. Önünde durduğum kitaplar tuhaf sesler çıkarmaya, anlaşılmaz sözcüklerle konuşmaya başlamışlardı. Beni çağırıyor gibiydiler. Korktuğumu anlamışlardı. Kahkahalarla gülüyor, “Haydi, bıçağı sapla bana! Haydi, baltayla öldür beni!” diye bağrışıyorlardı. Ön kapaklardan uzanan kanlı dişler, korkunç yaratıklar kollarımdan tutup çekmeye başladı. Yüzüm kan içinde kalmıştı. Vücudumu kontrol edemiyordum. Elimdeki bıçak keskin bir metal sesi çıkararak yere düştü. Ardından koca balta elimden sıyrılıp büyük bir gürültüyle yere çarptı.
Kendime geldiğimde yerde yatıyordum. Yüzümde bir el, ıslak bir mendil gezdiriyordu. Üçüncü kata çıktığımda dünya klasikleri standındaki kitapları karıştırırken gördüğüm kızdı bu. “İyi misiniz?” diye soran ses ayakucuma diz üstü oturmuştu. Elinde kalın bir hukuk kitabı vardı. Diğer eliyle doğrulmama yardım ederken “Tansiyonunuz ya da kan şekeriniz düşmüş olmalı.” dedi.
Figen Öğütgen