yoksulluğun sınırından turuncu baktı çocuk
omuzlarında küskün bahçe duvarı
yarınlarında umutsuzluk
filelerinde kabuğuna sığmayan portakallar
başka çocukların babaları geçiyordu önünden
kirli kahkahalar dökülüyordu tütün sarısı dişlerinden
taş duvarlar kadar sağır
çamura saplanan gölgeleri kadar kördüler
elif gözlerin derinine gizlenmişti mahzunluk
görmediler
bir günlük hasretle kucaklarken çocuklarını
basıp mektupsuz yıllanan hasretin üzerine
babasızlığı çiğniyordu duyarsız adımları
düşünce/sizdiler
çocuktu işte
yoksa sığınır mıydı gözyaşı bulutlarına çare diye
karaçalılardan seken dağ rüzgârı batmasaydı ellerine
oysa zorunlu sığınmacıydı hazan yaprağına
ölümüne ezildiler
yüreğinin sınırında isyan büyüttü çocuk
masumiyetin şavkı vurdu kızıl umutlarına
akşam güneşine küskündü yalgın gözleri
süzülüp iki damla ağı artığı yanağından
derinlere indiler
uzatsa ellerini tutacak gibiydi
utançlı rengi ufku
kekre kokusu burnunu yakıyordu
fileler dolusu portakal
çok değil
birkaç adım öteden bakıyordu
masum isteklerinin sınırına yaslandı çocuk
sırtındaki derin taş izleri kadar soğuktu yoksulluğu
işte tam o sınırda yaralandı ruhu
o sınırın tanıklığında pranga vuruldu özgürlüğüne
istemsiz büyüdü o sınırın aymazlığında
ağaç kabukları sırdaş
buzul kırıkları yoldaştı yüreğine
dikenli uykularında sanrılıydı kar beyazı düşleri
üşüyordu kimsesizlik sularında
biliyordu çocuk
babası kadar portakallar da uzaktı avuçlarına
payına düşen dünden bakmaktı bugüne
dokunmaktı
sararan bir resmin siyah beyaz gülücüklerine
payına düşen
koklamaktı yüreksiz portakal kabuklarını
suyunu çıkarırcasına sıkmaktı
var gücüyle
çaresizlik sınırında çoğalıyordu çocuk
kırağı dokunuşlu dökülürken zifiri karanlık
bahçe kapısına sıkışıp kaldı hayalleri
yoksulluğunu kovalar gibi koştu annesine
mutsuz bakışlarından hüzün sağıyordu
sitem mabedi gözlerine
duygularının sınırında duraksadı çocuk
söz etmedi ne portakal kabukları ne babasından
kahırlı avuçlarını da göstermedi
korkuyordu annesinin gecelere ağlamasından